Ama gıdanın, tasarım harikası biçimler ve paketlerle endüstriyel bir ürün haline dönüştürüldüğünü ne yazık ki fark edemedik. Tatlarını, kokularını, besleyiciliklerini yitirmiş, adeta bir imitasyona dönüşmüş harika görüntüleri satın aldık ve nedenini çok anlamadan bunlardan hoşlanmadık. Marketlerde bize yoğurt diye sunulan şeyler nedeniyle yavaş yavaş yoğurt sevmediğimizi zannetmeye, yüzlerce kez bayatlayıp yeniden kavrulmuş kuruyemişler yüzünden kuruyemiş yiyememeye, sömürülüp tüketilmiş topraklarda yapay gübrelerle, ilaçlarla yetiştirilen sebzeleri yavan bulmaya, kurtlanmasın, bozulmasın, market ışıklarının altında iyi parlasın diye, onca ilacın, mumlamanın ve kim bilir daha nelerin etkisiyle gerçekliğini yitirmiş meyvelerden hoşlanmamaya başladık.
Çocuklarımız doğduktan sonra, onlar için doğrusunu yapma içgüdüsü gıdaya yaklaşımımızı da dönüştürdü. Ve büyüklerimizi ziyaret için köylerimize gidip geldikçe anlamaya başladık. Yumurtanın çırpıldığı kaseyi sarmasının bile farklı olduğunu; ocaklarda kaynayan sütün renginin bile, bize süt diye satılana benzemediğini; yediğimiz poğaçadaki maydanozun pazardan mı yoksa köyden mi geldiğini...
Ve köylerimize daha sık gider olduk. Dut zamanı, üzüm zamanı, fıstık zamanı... Oralardan dönerken hallerimiz görülmeye değerdi. Sanki bayatlamadan tüketebilecekmiş gibi arabaları sırtına kadar doldururduk. İmkan olsa köyü bagaja koyup getirecek bir özlem, bir açgözlülük... Oralara gittikçe yesek yesek ve çok uzun zaman yeniden yemeye ihtiyaç duymasak diye konuştuğumuz çok olmuştur.
Öğrendikçe tereyağlarımızı annelerimizden istedik, peynirlerimiz dağ köylerinden alınıp gönderildi, salçalarımız güneşte olgunlaştırıldı, pul biberlerimiz evlerde çekildi.
Biz şanslı olanlarız. Kıyaslama imkanımız vardı ve anladık. Okuyup araştırdıkça gıda güvenliği giderek en temel meselelerimizden biri oldu.
Doğayla iç içe büyüyen çocuklar olduğumuz için de, bir ineğe bakışımız, bir ağaca yaklaşımımız, bir avuç dağ çileğinin verdiği mutluluk şehirde büyüyen insanlardan daha farklıdır. (Bir gün oğlumla hormonlu gıdalarla ilgili tartışırken kendimi ‘peki domatesin haklarını kim savunacak’ diye haykırırken buldum. O gün bu gündür benimle alay eder.) Dolayısıyla gıda güvenliğine yaklaşımımız da şehirlerde büyüyen insanlardan bir tık daha farklı. Biz binlerce yıldır bu toprakları vatanı yapmış buğdayların haklarını da, en az sofralarımızda gerçek gıdalar görmek kadar önemsiyoruz. Bizim ineklerimiz para hırsıyla "kanını emdiğimiz" metalar değil, kahvaltımızı etmeden önce karınlarını doyurduğumuz, birbirimize sevgiyle bağlandığımız ve karşılıklı yardımlaştığımız varlıklardı. Böyleyken bir karış kafes içinde yaşamaya mahkum edilmiş bir tavuğun yumurtası nasıl yenir? Bir anneyken; annesinden süt emmesine bile izin verilmeyen buzağıların, sevgisiz, güvensiz, yapayalnız büyütülmelerine nasıl normal bakılabilir? Kendimize insan derken canlılara yapılan bu eziyetler nasıl göz ardı edebilir.
İnsanın sahip ve efendi değil, bahçıvan olduğu bir dünyayı hayal ediyoruz. Ve insanın gittiği her yeri güzelleştirebilecek bir büyü gücü olduğuna da inanıyoruz. Sadece sihrimiz ol değince gerçekleşmiyor hemen. Yavaş yavaş... çabaladıkça...
Dolayısıyla hayallerimiz büyük. Dokunduğumuz her yerin eskisinden güzel olması umuduyla bu yola çıkıyoruz. Ama küçük küçük adımlarla yürüyeceğiz. Gelişerek, dönüşerek, güzellikleri çoğaltarak, paylaşarak...
İlk adımımız, yerel üretici ile şehirli tüketici arasında bir köprü kurmak. Çünkü bizim ulaşabildiğimiz ve sınırlı çevremizle paylaşabildiğimiz lezzetlere sizin de ulaşabilir olmanızı istiyoruz. Çünkü yerel üretimin, endüstriyel üretim yapan organik tarımdan bile sağlıklı olduğunu biliyoruz.
Köylülerin kendi narlarından, geleneksel yöntemlerle hazırladıkları nar ekşisinin, bildiğiniz en iyi fabrikasyonla farkını göreceksiniz. Güneşte fermente olan salçalar, tuz dışında bir katkısı olmadığı halde yıllarca buzdolabında bozulmayacak. Aroması damaklarınızın derinlerine işleyecek pekmezlerin nasıl bu toprakların sihirli iksirleri olduğunu yeniden hatırlayacaksınız. Gerçek cevizli/fıstıklı sucukların lezzetini tanıdıktan sonra, Mısırçarşısındaki göz boyayan, neredeyse şeffaf görünümlü kopyaları bir daha size çekici gelmeyecek.
Biz başka bir tarımın mümkün ve yeterli olduğuna inanıyoruz. Ama bunu, büyük büyük sermayelerle kendi çiftliklerimizi kurup, yöre insanını işçilere dönüştürerek yapmayacağız. Çünkü bu adıma aynı zamanda bir sosyal sorumluluk projesi olarak yaklaşıyoruz. Köy kooperatifleri konusunda çiftçilerimizi her anlamda destekleyerek atalık tohumlardan zehirsiz gıda üretimini çoğaltmak ana hedefimiz.
Şehirlerde fiyatları el yakan ürünleri, aracılara zararına satmak zorunda bırakılan köylüler geçinemedikleri için topraklarını terk ediyor. Bu durum bizi giderek, gıdada kar amacıyla hareket eden şirket mantığına daha fazla mahkum ediyor. Ama asıl yıkıcı etkisi bu değil. İnsanlık tarihi boyunca büyüklerden aktarılagelen tarımsal deneyim ve bilgi birikimimizin çok hızlı bir şekilde yitirilmesinin geri dönüşü olmayacak.
Bu toprakların gıda üretim birikimini, tıpkı masallarımız, efsanelerimiz, tıpkı dilimiz gibi bir kültür hazinesi olarak görüyoruz. Koruyup gelecek nesillere aktarımı için ortak bir hafıza oluşturmanın temellerini atabilmeyi de çok önemsiyoruz. Şimdilik bizden aldığınız ürünlerin hikayeleriyle başlayacağız. Şu yörede salça nasıl yapılır, pekmez toprağı nedir, fındık ne zaman budanır. Sizin de katkılarınızla insanlık için büyük bir gıda arşivinin Anadolu ayağını doldurmaya başlayabiliriz.
Belki hayattan keyif alarak yaşayan tavukların yumurtalarını ve ineklerin sütlerini de bir gün paylaşabiliriz.
Ve belki, doya doya yaşanmış mutlu bir hayatın meyveleriyle beslenen insan, dünyayı daha güzel bir yer haline dönüştürebilecek iyiliği içinde bulabilir. Ne yersek oyuz sonuçta.